Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

29 Aralık 2011 Perşembe

PAZARTESİ SÖYLEŞİLERİ- KONUK: HAKAN CEM

   Bu hafta, Hakan Cem konuk oldu kedinin kırmızı koltuğuna. İzmir Devlet Senfoni Orkestrası viyolonsel sanatçısı, şair, öykücü... Sanat insanı. Keman sesinin kapı gıcırtısı sayıldığı bir ülkede üstelik.  Müziğin ana karnında insan kulağına yerleştiğini anımsatarak başladı sözlerine ve çok sesli müziğin tarihçesi ile giriş yaptı  sunumuna.






NOTALARDAN ÖNCE İNSAN SESİ VARDI

  Notalardan önce insan sesi vardı...
Notalara can veren insanın iç sesiydi.
   Bir hayvan kemiği yeterli oldu 'mi' için. Ama önce insan sesi dedi;
Klasik dönem, Barok çağ, örnekleri ile canlandı ellerinde. Elleri notaları ayağa kaldırdı, kulaklarımıza yürüdü iki ileri- bir geri.









KİTAPLAR, RESİMLER, HEYKELLER DEĞİL SADECE DÖNEMİNDEN ETKİLENEN...
  Müzik de döneminin etkilerini yansıtır, müzik de insanlığın tarihidir. Tanrıya ulaşma çabası yerini insanı arama kaygısına bırakırken, müzik de gelişti ve orkestrasyon ses ile birleşti. romantik dönem, geç romantizme uzanıverdi. 




MÜZİK ÖNCE YÜREKTE HİSSEDİLİR


    Notalara baktığımızda  kulağımızda müziği duyarız. Yoksa ne mümkün, duymayan kulakları ile Beethowen'in o şaheserleri yaratması.














Ocak ayı programımız bir kaç gün içinde yayınlanacak. Yine bekleriz, her zaman bekleriz. Hakan Cem'e gelenler doyamadı, tekrar isteriz. Kırmaz bizi; o da bizden...
tıkla..





24 Aralık 2011 Cumartesi

PAZARTESİ SÖYLEŞİLERİ- ADALETİN BU MU DÜNYA!

İçinde "kendim" geçen bir yazı yazmak  zor olacak ama iş başa düşünce yapacak bir şey yok... 


   Önce Turgay abimizin korktuğumuz başımıza mı geldi dedirten gelemiyorum çocuklar haberini veren telefondaki titreyen, üzgün sesi  sonra tamam, ben varım diyen Avukat Serkan İncekaş'ın moral veren  desteği. Hadi o zaman birlikte yapalım deyip değişen son dakika programı ve sonuç: Adaletin bu mu dünya!... Bakmayın gülmemize, koltuk hiç rahat değildi.








Dostum, mahkeme-daşım Serkan, elinde dosyaları değilse de not kağıtları; bir tek siz değil beyler, bizler de muzdaribiz hak-hukuk-adalet üçlemesinden diyerek aldı sazı eline. İnsanımız pek sever ya, vahvahh bizden beter olanlar da varmış demeyi. Ben, acıyan bakışlar göremedim  dinleyenlerde (hatta birisi, beter olun diyor gibi geldi.) ama hiç olmazsa avukat bey başımda şöyle bir mesele var,  ablukasından kurtulduk. 






Adaletin aslında felsefenin alanı olduğunu iddia edince, işte böyle tuhaf bir yüz şekline bürünüyor insan. Serkan'ın endişeli bakışlarını ben de fotoğrafı görünce fark ettim.  Adam haklı, yerinde ben olsam o cümlemden sonra "ben"den  endişe ederdim.









Yağmur çamur demeden, sunumcular arasında benim olmama aldırmadan gelen sayın konuklar.. Haftaya da bekleriz.







18 Aralık 2011 Pazar

PAZARTESİ SÖYLEŞİLERİ- KONUK: GÜNDÜZ BADAK

Gündüz Badak
     Gündüz Badak, öyle bir cümle  ile girdi ki konuya dinleyicilerin   gözlerinden karabulutlar geçti bir anda. Hani vardır ya, yorgun savaşçı tavernadan içeri adım  atıp pelerininin başlığını indirdiği anda kralın şövalyelerince tanınır ve eller   kılıçlarına uzanır; buna benzer bir  an-dı: "Aşkı,tutkuyu bir yana bırak,sevgiye bak."  Yetmişine geldiğini söylemese anlayamayacağınız arayış insanı,  aykırı fikirlerini hiç çekinmeden teker teker ortaya koydu söyleşi boyunca. 












      Ama sanmayın ki katılımcılar da sessiz kaldı. Tam tersi; nasıl ki sahne duvarında asılı silah mutlaka patlarsa, söyleşenler  kabzasına sarıldıkları kılıçlarını çekmekte bir an bile tereddüt etmediler. Kolay mı, " Yürek sadece beynin emrini uygular ve sadece çarpar. Yani ne yapıyorsak beynimiz (aklımız) ile yapıyoruz.." cümlesini kabullenmek? Değil elbette.  Ama dedik ya, Gündüz Badak bu, ne çarpışmalar gördü; geri adım atmaz!
Atmadı da: "Aşk, edebiyat olmasa olmazdı çünkü aşkı tanımlayan edebiyattır ve edebiyatla var  olur... Aşk dediğiniz şey, aslında kavuşamamanın hikayesidir; kavuşulan aşk, aşk değildir ve biter."

     Melih Ergen, her zamanki hınzır  ve esprili üslubu ile yatıştırmaya uğraştı ortalığı. Sözü aldı verdi, verdi aldı. Ama nafile. Ok yaydan çıkmıştı bir kez. Bizim kedi, yola çıkarken her savaşa hazır olduğunu,    zaten  savaş istediğini çünkü  "bin çiçek açsın, bin fikir yeşersin" sözünü şiar edindiğini söylememiş miydi?  Ehh, kıracak mıydık kediyi? Kıramazdık ve kırmadık da.
      Derken...  Saate baktık ki,  iki saati aşmış, taşmış yine de lafı bitirememişiz.










           Bitiremeyip de ne yapmışız? Ayaküstü sohbete dalmışız aramızda. Söz biter mi?
           Bitmez. Bitmemeli de. Haftaya kaldığımız yerden devam. Konu  başka ama;  konuklar da.

10 Aralık 2011 Cumartesi

KABİL VE SARAMAGO ÜZERİNE


        Ülkemizde Görmek ve Kör/lük romanları ile tanınan 1998 Nobel Edebiyat ödüllü Portekizli yazar Jose Saramago’nun dilimize son çevrilen kitabı Kabil, Kırmızı Kedi Yayınları arasında yerini aldı.
       Saramago, Adem ve Havva’nın yaradılışı ve cennet bahçesinden kovulmalarına sebep olan olaylar zinciriyle başlıyor hikâyesine.  ‘Sorgulayan ve eleştiren insanı’ Kabil’de kişileştirip sadece tarihin gördüğü ilk cinayeti değil, “Tanrının anlatılan tüm gazapları”nı da masaya yatırıyor. Keskin tavrını da daha ilk satırlarda gösteriyor: “Tanrı adı ile bilinen efendi, gözle görülür her şeyleriyle kusursuz oldukları belli adem ile havva’ nın ağzından ne tek kelime çıktığını ne de ilkel bile olsa bir ses yayabildiklerini fark edince, kesinlikle kendine öfkelenmiş olmalı, çünkü cennet bahçesinde bu büyük mü büyük hatadan sorumlu tutabileceği başka kimse yoktu;(…)”  (syf:1)
     Saramago,  tek Tanrılı dinlere ait hemen hemen tüm kutsal metinlerde ortak payda bulan olaylar ve efsaneleri, Kabil’in hayali zaman (onun deyimi ile şimdiki zaman) yolculuğu sırasında yeniden tartışmaya açıyor hiç çekinmeden ve korkmadan. Ama bu metinlerin gerçekliğini veya ‘Tanrı’nın varlığını değil, metinlerin özünü oluşturan “Tanrı Adaleti”nin geçerliliğini ve haklılığını tartışıyor. Bunu yaparken de Tanrı’yı sanık kürsüsüne oturtmaktan çekinmiyor. Böylece, okurun kendisine bırakıyor gerçeklik tartışmasını ve okura hedefinin “varlık” değil “olgu” olduğunu gösteriyor.
          “…Tanrı’mız, göğün ve yerin yaratıcısı tam bir zırdeli,… Çünkü yalnızca eylemlerinin bilincinde olmayan bir deli yüz binlerce kişinin ölümünden sorumlu olmayı ve sonra da hiçbir şey olmamış gibi davranmayı kabul edebilir, tabii eğer, sonuçta, delilik yoksa, irade dışı, sahici delilik yoksa, dosdoğru kötülüktür bu(…)” (syf:110)
        Kabil, bu tasarlanmış fantastik zaman yolculuğu için biçilmiş kaftandır çünkü kendi iradesi ile gerçekleştirdiği eylem (kardeşini öldürmesi) sonunda, Tanrı tarafından dünya üzerinde gezme (seyyah olma) ve karşılaştığı insanlar tarafından tanınma ile cezalandırılmıştır. Bir suçluyu bu şekilde cezalandıran Tanrı’nın tarihe yayılan eylemlerini,  yine aynı isyancı tarafından çıkılan zaman yolculuğu sırasında sorgulamak Saramago’ nun ironik ve zeki bir buluşu. Zaman yolcusu sadece olaylara tanıklık etmekle kalmayıp eleştirilerini de hiç çekinmeden yapmaktadır.     Kabil aynı zamanda en büyük isyancıdır Saramago’ nun gözünde; Tanrı’nın en önemli emirlerinden birisine karşı gelen bir isyancı. Böylece, tüm insanların zaaflarını, yanlışlarını ama aynı zamanda adalet, vicdan, suçluyu suçsuzdan ayırma gibi iyi yanlarını da üzerinde barındıran bir roman kahramanına dönüşür.  
     Sodom ve Gomorra’dan Lilith’e, Musa’nın Sina Dağı’na çıkışından Nuh Tufanına, Babil Kulesinden Eyüp’ün çilesine, İbrahim’den İsrailoğullarının savaşlarına kadar belli başlı eski anlatıları romanda bulurken, yazarın müdahaleleri Kabil’in varlığı ve olaylara etkisinde görülüyor sadece.
     Kitabın son bölümünde artık, gördüğü olaylar karşısında bir karara varır Kabil. Bu karar, ikisi arasında ‘Son Savaş’ın da habercisidir.
     Kitabı bitirdiğinizde, iktidar-iktidar mücadelesi- Tanrı- Adalet- İlahi adalet hepsi bir yumak halinde büyük bir “Gordion düğümü”ne dönüşüyor zihninizde. Saramago, İskender’in kılıcını sıyırması gibi size de kılıcınızı sıyırmanızı fısıldıyor; Eliniz uzanıp kabzasını kavrıyor…

6 Aralık 2011 Salı

PAZARTESİ SÖYLEŞİLERİ - (Neden, Nasıl, Kiminle, Nereye Kadar?)


NASIL?
   


  Akıldan geçenler, gönüle yazılıp 
kur yapıyor; 
dile gelen ile dilden kopanlar kelimelere dökülüyordu, 
dün akşam.








KİMİNLE?


  İlk cümle, bizim için bildik bir cümleydi. 
   Başlayalım; nasıl olsa gerisi gelecek. 
         Gelenlere bakınca, geriye sadece başlamak kalmış dedik.









NEREYE KADAR?






Haftaya kaldığımız yerden devam edeceğiz...